24 Ekim 2010 Pazar

Levh-i Mahfuz Hakkında - 9

Bir kısımlarına da bazı manevî yollar açılabilir. Bu yolda ufacık bîr marifet esintisi duvar, erdiğini sanır...
Halbuki bu yolun acaip halleri bitip tükenmez. Her makamda durup kalanın yolu uzar. Vuslat halini bulamaz. Bunların dışında bir zümre daha vardır ki, çok ileridedir. Yolda görünen hiçbir makam nuruna iltifat etmemişlerdir.
Bol ilâhî nimetler de bunları zat-ı Hakk'a varmaktan alıkoymamıştır. Hiçbir ferah hal de bunların ilerlemesine engel değildir. Bütün mesafeleri katedip öte 'geçmiş, ilâhî yakınlığın son haddine ermişlerdir...
Buraya kadar hatasız yol aldıkları halde, bundan sonra yanılıp, vardıkları ilâhî yakınlığı Alîahü Teâlâ'nm zatına erdik sanmışlardır.
Bunlar yanılmıştır. Çünkü Allahü Teâlâ'nm zatına ait yetmiş tane nurdan perde vardır. Bu perdelerin birine yetişen kimse erdiğini sanır.
Halbuki aldanır... Bu yolcunun hali tıpkı İbrahim a.s. Peygamberin haline benzer. Onun hikâyesini anlatan âyet-i kerimeyi burada zikredelim:
«Vakta ki, onu srece karanlığı sardı, bir yıldız gördü ve bu Rabbım'dır dedi.» (En*am, 76). Buradaki yıldız, gördüğümüz gökte ışık veren yıldızlardan değildir.
O bunu, ta küçük yaşta görüyordu ve ne olduğunu da biliyordu... Onun bir ilâh olmayacağını da ayrıca bilmekteydi... Çünkü o gökteki yıldızlar çoktu, bir değildi.
Böyle bir şeye, cahil halktan biri bile aldanmaz, kaldı ki İbrahim Peygamber a.s. aldansın. Bu âyet-i kerimede zikri geçen «yıldız», zat-ı îlâhi'ye has nurlardan biridir ki, ilâhî perdelerin ilkidir.
O nurlar, yolcunun yolu üzerindedir. Tam vuslata erip, onları katetmeden tasavvur edilemez.
Onlar birtakım nurdan perdelerdir, herbiri zat-ı îlâ-hî'ye yakınlığı nisbetinde büyük veya küçüktür. Gökyüzünün en küçük nuru yıldız olduğu için, anlatılan âyet-i kerîmede, ilk defa istiare yolu ile «yıldız» tabiri kullanıldı...
Gökyüzünün en küçük nuru yıldız, en büyüğü de güneştir. İkisi arasında ay vardır.
Allahü Teâlâ, İbrahim Peygamberin halini şöyle anlatıyor: «Biz böylece, İbrahim'e semâların nıelekûtunu gösteriyoruz.» (En'am, 75).
Onun gördüğü nurlar birbirini takip ediyordu. Bir perdeyi geçince Öbürüne takılıyordu... Birinci halde zuhur eden ettikten sonra öteye geçti...
Orada öncekinden daha azimi ve daha yücesi ile karşılaştı. O zaman yine vasil olduğunu sandı... «Benim Rabbım budur, dedi...» (En'am, 76).
Hal böyle iken, gördüklerinin hiçbiri yerinde kalmıyordu... Daima bir evvelkinin büyüğü ile karşılaşıyor, o da durmuyor, dönüp gidiyordu...
Bu yüzden hiçbirine kapılıp kalamıyordu. Peygamberlik nurunun verdiği sezişle bunların Ötesinde bir başka nurun varlığına inanıyordu.
Bir makama varıyor, oranın zirvesine çıkıyor, öncesinin düştüğünü görüyor; bu yüzden bulunduğu makamın ' aynı şekilde sona ereceğini biliyordu. Bu yüzden, «Ben üful edip gidenleri sevmem» diyordu...
Böylece, haddi belli şeyleri aşıp gitti. Sonsuz varlığa erince, öncekilerden tamamen ümidini kesti. O zaman şöyle dedi: «Ben yüzümü öyle bir varlığa çevirdim ki, semâları ve yeri o yarattı.» (En'am, 79).
Bir saliğin bu nurlara erip, ilâhî perdeleri aşabilmesi için, ilk defa nefsanî perdeyi aşması gerekir. Başka türlü olmaz. Nefsin perdesi de ilâhî emir âlemine ait bir iştir. İlâhî nurlardan biri olduğu da katidir.
Bu arada emir ve nur, demekle Hak Teâlâ'nın gerçek yüzünü tecelli ettiren, kalbin ve ruhun sırrını kastediyorum. O bütün âlemi içine alıp kuşatabilir. Her varlığın sureti orada tecelli etmektedir.
Ona, Levh-u Mahfuz tabirini kullanan da vardır. Bir yolcu buraya vardıktan sonra ona yüce bir nur görünür. Onun yüceliği doğrudur, çünkü bütün varlık olduğu gibi orada zuhur eder.
Bu sır yolcuya ilk zamanda saklıdır...Kur'ân-ı Kerim de aynı yola delâlet etmektedir. Bu makama eren kimsenin kalb perdesi açılır. İlâhî nur doğduktan sonra kalbin cemâl hali açıkça görünür.
Bu hali bulan, kalbine baktığı zaman kendisine dehşet veren cemâlini görür. Böyle dehşet haline kapılan kimsenin, ağzından, «Ene'l-Hakk / Ben Hakk'ım» sözü, çok büyük bir ihtimalle çıkabilir.
Bu makama takılan kimseye başarı eli gelir, ilâhî lütuf imdad ederse, bu yanıltıcı makamdan kurtulur, gider. Çünkü o, bu durakların yeni yolcusu ve acemisidir. Aksi halde, ilâhî yardım yetişmezse, helak olmak işten bile değildir.
Çok dikkat gerekir. Bu makam aldatılma makamıdır.Bu makamda, tecelli edenle tecelli yeri karıştırılır... Tıpkı bir kimsenin, aynadaki suretini görüp kendini o sanması gibi. Ve şişenin rengini, içindekinin rengi sanmak gibi.
Şarap inceldi, kadeh de inceldi; İş karıştı, birbirine benzedi. Sanki şarab var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var şarap yok...
İşte bu gözledir ki, Nasara Hz. İsa'ya baktı, ilâhî nurun orada parladığmı gördü, takılıp kaldı ve yanıldı. Tıpkı, suya ya da aynaya bakıp yıldızı gören ve o gördüğünü yıldız zannedip yanılan gibi...
Bu aynada ya da suda gördüğünü, yıldız sanıp tutmak için elini uzattı, ama yanıldı...
Tasavvuf yolunu tutanların aldanış şekilleri çeşitlidir. Ciltlerle yazılsa bitip tükenmez. En iyisi bu sayılan kadarını bilip, ötesini bırakmaktır.
Hak yolcusu, kendi âlemi için olacak işleri dışarıdan işitmeye muhtaç değildir. O kimse ki, bu hali tadmamıştır, bilmez... İşitmenin de faydası olmaz. Belki zararlı olur. Bir salik anlayamadığı şeyi işitirse, dehşete düşer.
İşitmeyi tamamen faydasız da sayamayız. Belki işitir ve Allahü Teâlâ da başarı ihsan eder, vasıl olur. Böyle bir kimse de bilmeli ki, iş hayal edemeyeceği kadar üstündür.
Küçük izanı ve kısır hayali böyle bir şeyi kavrayamaz. Bir sürü bozuk düzen halleriyle ona varamaz. İşte bunu bilmesi kâfidir. Sonra, Allahü Teâlâ'nm veli kulları tarafından haber verilen hikâyeleri ve keşif hallerini tasdik etmelidir. Onların, Allahü Teâlâ'nın zatına ait verdiği haberleri tasdik etmelidir.

El-Mürşidü'l-emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn / Bedir Yayınları
Gurur / Sayfa 268

http://www.gazali.net

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder