23 Ağustos 2010 Pazartesi

Levhi Mahfuz

Sırrın ifşası iyi değildir. Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır. Sen hiç bir kimsenin mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz olsaydı, Hz. Peygamber 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız'7 der miydi? Belki Hz. Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için söylemiştir. Hem Hz. Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu sözünü söylemezdi:
Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin). Kaderden bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakının. Ashabımın bahsi yapıldığı zaman dilinizi tutun.8
Hem de Huzeyfe'yi (r.a) bir kısım sırlara tahsis etmezdi.9 Bu bakımdan mülk ve melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye etmeye iki engel vardır: Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur. İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdır. Fakat biz, verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina edilmesinin keyfiyeti anlaşılsın. Biz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına dökeceğiz. Her ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse de... Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır.
Allah, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: 'Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın! Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?' Kâğıt 'Bu sözünle bana insaflı davranmadm. Ben kendiliğimden yüzümü siyahlatmadım. Fakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştı. Zulüm olarak yüzümün sahasına indi' dedi. Bunun üzerine, o zat kâğıda 'Doğru söyledin!' dedi.
Bu sefer, mürekkebe sordu. Mürekkep de 'Bana karşı insaflı davranmadm. Çünkü ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordum. Oradan çıkmamaya niyetliydim. Kalem fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdı. Beni vatanımdan kopardı. Memleketimden uzaklaştırdı. Gördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı! Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!' dedi.
Kişi, mürekkebe 'Doğru söyledin!' diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi vatanından çıkartmasının sebebini sordu. Kalem 'Elden ve parmaklardan sor! Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştım. Ağaçların yeşilliği arasında gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi yırttı. Beni kökümden kesti. Boğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni sivrileştirdi. Başımı ikiye ayırdı. Mürekkebin siyahına daldırdı. O beni çalıştırır, başımın üzerinde gezdirir. Bu suali sormakla benim yarama tuz ektin. Benden uzaklaş. Beni kahredenden sor' dedi.
Adam ona 'Doğru söyledin!' deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el'e sordu: 'Neden kalemi çalıştırıyorsun?' dedi. El, cevap olarak dedi ki: 'Ben, et kemik ve kandan ibaretim. Zulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebim. Kudret ve izzet adlı bir binici sırtıma binmiştir. Beni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gez-diren odur. Sen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden kıpırdamıyor. Kendiliğinden harekete geçmiyor. Çünkü bana binen kuvvetli ve kahhar binici gibi, onların sırtında biri yoktur. Sen ölülerine yine bakmaz mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem arasında hiçbir muamele yoktur. Benim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele yok. Benim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebim. Bana binen beni sürer!'
Kişi ona da 'Doğru söyledin!3 deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden çokça gezdirdiğini ve kullandığını sordu. Kudret 'Beni kınamaktan vazgeç' Nice kimse vardır ki kınar. Oysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki günahı yoktur. Benim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun sırtındayım. Fakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdım. Ben uyumuş, sakin bir vaziyetteydim. Öyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi.
Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdım. Bu esnada vekil kılınan biri geldi. Beni uyandırdı. Gördüğün hareketime beni zorladı. Onun dediğini yapmaya kuvvetim var. Fakat yapmamaya kuvvetim yoktur. Bu müvekkile irade adı verilir. Ben onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım' dedi.
Kişi ona da 'Doğru söyledin!' deyip irade'ye 'Bu sakin kudreti hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?' diye sordu. İrade dedi ki: 'Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardır. Oysa sen kınıyorsun. Ben kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildim. Uyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldım. O hüküm gelmeden önce sakindim. Fakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin elçisi bana geldi kudreti hazırla dedi. Ben de mecbur olarak onu hazırladım. Ben ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdir. Bilmiyorum hangi cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet içerisindeydim. Bu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar...
O zaman bunun yanında durduruldum. Ona itaat etmek bana farz kılındı. Hatta artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktu. Hayatımla yemin ederim tereddüt edip, hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdir. Fakat onun hükmünü beklerken sakinim. Ne zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarım. Bu bakımdan benim durumumu bana değil ilim'e sor. Beni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği gibiyim:
Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem, bu takdirde bil ki göç edenler onlardır!
Kişi 'doğru söyledin!' deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan talep etti. İradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir ettiklerinden dolayı onları kınadı. Bunun üzerine akıl dedi ki: 'Bana gelince, ben bir lambayım. Kendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım'. Kalp dedi ki: 'Ben bir levhayım. Kendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım'. İlim dedi ki: 'Bana gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının beyazlığına nakşedildim. Kendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice seneler boştu. Bu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle olur'.
O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: 'Bu yoldaki kınanmam oldukça uzadı. Mertebelerim oldukça çoğaldı. Bu işi kendisinden öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyor. Fakat ben, kalpte makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime gezdirilmeme rağmen seviniyordum. Fakat senin 'Ben bir hat ve nakışım, ancak beni kalem yazmıştır' demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmem. Oysa ben, bu evde, levha, lamba, yazı, kalem, konuşma dinliyorum. Bunlardan hiç birini görmüyorum. 'Değirmen gürültüsünü işitiyorum. Fakat un görmüyorum'.
Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin sermayen azdır. Azığın az ve merkebin zayıftır. Bil ki girmiş olduğun yolda tehlikeli geçitler çoktur. O halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildir. O halde sen ondan çık! Herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olur. Eğer sen hedefe gitmek istiyorsan dinle! Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür:
Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlar. Oysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin. İkincisi, melekût âlemidir. O da benim arkamdadır. Beni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcuttur. Bilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın? Üçüncüsü, ceberrût âlemidir. Bu âlem mülk ile melekût âlemleri arasındadır. Sen bu âlemin de baştan üç konağını kat etmiş bulunuyorsun. Kudret, irade ve ilim konakları....
Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadır. Çünkü yol bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket halinde bulunan gemiye benzer. O gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin üzerinde sâkin durur. Kim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürür. Eğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir kimse gibidir. Eğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak yapmaksızın melekût âleminde yürür. Eğer sen su üzerinde yürümeye muktedir değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsın. Senin önünde saf sudan başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde edilmesidir. Hz. Peygamberin (s.a) Hz. İsa hakkında sözünü dinlemedin mi? 'Eğer o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü'. Peygamber bu sözü, kendisine, İsa (a.s) su üzerinde yürüyordu' denildiği zaman söylemiştir.10
Bunun üzerine, sual soran 'İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettim. Bilmiyorum, bana söylenilen bu tehlikeli sahaları geçe-bilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var mıdır?' diye sorunca cevap olarak 'Evet vardır' dedi. Gözünü aç! Gözlerinin ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun ehli olanlara benzemiş olursun;
zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa, önce kalemi görür. Görmez misin, Hz. Peygamber (s.a) işin başlangıcında kalemin keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu ayet nazil oldu:
Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.(Alak/1-5)
Bunun üzerine sâlik dedi ki: 'Gözümü açtım ve keskinleştirdim. Allah'a yemin ederim. Ben ne kamış, ne de odun görmüyorum. Ben onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum'. Bunun üzerine, ilim dedi ki: 'Talebi pek uzak gösterdim. Bilmiyor musun, evin eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, Allah Teâlâ'nın zatı, diğer zatlara benzemez, o halde O'nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı da diğer yazılara benzemez. Bunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî işlerdir.
Allah Teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildir. Fakat Allah'tan başkası böyle değildir. O'nun eli et, kemik ve kandan değildir. Fakat diğer eller öyle değil. O'nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften değildir. O'nun hattı rakam ve resim değildir. O'nun mürekkebi boyadan ibaret değildir. Eğer bunu böyle görmü-yorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürüm. Ne bunlardan, ne de onlardan... O halde sen, Allah'ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O'nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeye. Eğer sen Hz. Peygamber'in 'Muhakkak ki Allah Adem'i (a.s) kendi sureti üzerine yarattı' hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen Müşebbihe'den (Allah'ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle denilir:
Ya katıksız bir yahudi ol! Ya da Tevrat'la oynama!
Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes olan Tuva vâdisinde bulunuyorsun. O halde yolu acele geç. Kalbinin sırrıyla, vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve yine umulur ki arşın çadırlarından Hz. Musa'ya haykırılan sesle sana da haykırılır!
Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12)
Sâlik bunları, ilim'den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdi. Teşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk etti. Bunun üzerine nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladı. Bunu da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptı. Onun kalbinin penceresinden olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecekti. İlim, hiddetle o yağa üflediği zaman yağ tutuştu. Nûr üzerine nûr oldu. İlim ona dedi ki: 'Şu anda bu fırsatı değerlendir. Gözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!' Bunun üzerine sâlik gözünü açtı. Ona ilâhî kalem göründü. İlâhî kalemi, ilmin vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördü. O kalem ağaç ve kamıştan değildi. Ne ucu, ne kuyruğu vardı. Durmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini yazıyordu. Onun her kalpte ucu vardır, başı yoktur. Bunun üzerine ucub ve hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! Allah benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi, başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum'.
İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: 'Senin yanında uzun kaldım. Senden istediklerim gayet çok oldu. Oysa ben kaleme gitmek azmindeyim. Gidip kendisine şânını sorayım!' Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki:
- Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira
onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye
tahrik ediliyor?
- Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu?
- Hayır onu unutmadım!
- O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir.
- Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun?
- Dinlemedin mi? Allah Teâlâ Adem'i (a.s) kendi sûreti üzerinde yarattı!
- Evet!
- O halde, benini durumumu, Yemin 'ül-Melik lakabıyla anılan zata sor. Çünkü ben onun kabzasmdayım. Beni getirip götüren odur. Ben onun emrindeyim. Teshir olmak mânâsında ilâhî kalem ile ademoğlunun kalemi arasında fark yoktur. Fark ancak suretin zâhirindedir!
- Yemin 'ül-Melik kimdir?
- Sen Allah Teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?Gökler de sağ elinde dürülmüştür. (Zümer/67)
- Evet! Ben bu ayeti işittim.
- Kalemler de O'nun sağ elindedir. Kalemleri gezdiren O'dur!
Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin'e doğru yol aldı ve yemini müşahede etti. Onun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildir. Hatta ciltlerce kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile acizdir. Onun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri, ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktır. Kişi baktı ki kalem, onun kabzasında, hareket halinedir. Böylece kalemin özrü, kişiye belirdi. Bunun üzerine kişi, Yemin 'den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin nedenini sordu. Yemin ona 'Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den dinlediğin cevabın benzeridir. O da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında elin hükmü yoktur.
Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir' dedi. Bunun üzerine sâlik, kudret âlemine revan oldu. Orada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce görülen acaiplikler küçük kalır. Kişi, kudret'e yemin'i hareketlendirmesinin sebebini sordu. Kudret 'Ben ancak bir sıfat ve niteliğim. Kâdir (kudret sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine) güvenilir!' dedi. Fakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip sual lisanını cüretle açsın. Fakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldı. Huzûr-i Rabbânî'nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı.
O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar (Enbiya/23)
Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladı. O baygın olarak, heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin şanın ne büyüktür. Sana tevbe ettim. Sana tevekkül ettim. Senin Cebbâr, Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandım. Bu bakımdan senden başkasından korkmam, senden başka hiç kimseden ummam. Ancak cezalandırmandan affınla sana sığınırım. Rızana bürünerek öfkenden sana sığınırım. Benim çıkar yolum ancak senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak 'Göğsümü benim için genişlet ki seni tanıyayım. Dilimden düğümü çöz ki seni öveyim' dememdir.
Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldı. Övgüye tamah etmekten ve peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dön. Emredileni yap, yasaklananı bırak. O sana ne demişse sen de onu söyle. Çünkü o bu huzurda şundan fazlasını söylemedi: 'Sen ortaktan münezzehsin. Senin kendini övdüğün gibi seni övmeye takatim yetmiyor'. Bunun üzerine kişi dedi ki: 'Yârab! Eğer dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır? Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?' Bunun üzerine şöyle seslenildi: "Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk'ın (Hz. Ebu Bekir'in) yanına dön. Ona uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashabı yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsan doğru yolu bulursun. Sen onun şöyle dediğini duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz olduğunu bilmen de sana kâfidir".
Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür diledi. Yemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere 'Benim özrümü kabul ediniz. Çünkü ben garib bir kimseydim. Bu memlekete yeni gelmiştim. Her yeni gelenin bir şaşkınlığı olur. Sizi kınamam, kusur ve cehaletten geliyordu. Şimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründü. Bana göründü ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr olandır. Sizler ancak O'nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O'nun kabzasında gidip gelenlersiniz. Evvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur'.
Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki: 'O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftır. O nasıl hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir'.
Cevap olarak dedi ki: 'O, mevcutlara nisbeten evveldir. Çünkü bütün mevcudât, tertip üzere O'ndan sâdır oldu. O, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar... Bu bakımdan O, seferin âhiridir. Öyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş duyu ile O'nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındır. Melekût âleminde geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O'nu talep edene nisbeten zâhirdir. İşte fiilde tevhid yolunun yolcularının tevhid'i böyledir. Benim bu tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin tevhîd'idir."