TENBİH :
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar.
Hiç kimseye zararı dokunmaz, ona baş vuran her korkan kişiyi, gerek kendi nefsi
ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır.
Nitekim Resûlüîlah Sallallâhû Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
«Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu' kendi kötülüklerinden emin kılsın»
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna,
Allah yoluna irşad ve hidayet, ederek Allah'ın azabından kurtaran kişilerdir.
Bunu da-hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar.
Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:
«Şüphesiz siz, ateşte kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan
tutarak kurtaracağım'.»
HAYÂL VE TENBİH :
Korku, şüphesiz ki Allah'dandır. Kullarını korkutan O'dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır..
Öyleyse emniyet O'na nasıl izafe edilir?
CEVAP: Korku ondandır... Emniyet de ondandır. Korku sebeblerini ve emniyeti yaratan
hiç şüphe yok ki O'dur! Onun korkutucu olması, Mümin olmasına mani teşkil etmez.
Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O'nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir.
O, Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır..
Ve yine O'nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir.
O bazı kişileri alçalttığı gibi,, bazılarını da yükseltebilir.
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O'dur, korkutan da O'dur.
Lâkin güzel isimlerinden biri Mü'min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır.
ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ / MERVE YAYINLARI / Sayfa 90
6 Kasım 2010 Cumartesi
24 Ekim 2010 Pazar
Levh-i Mahfuz Hakkında - 9
Bir kısımlarına da bazı manevî yollar açılabilir. Bu yolda ufacık bîr marifet esintisi duvar, erdiğini sanır...
Halbuki bu yolun acaip halleri bitip tükenmez. Her makamda durup kalanın yolu uzar. Vuslat halini bulamaz. Bunların dışında bir zümre daha vardır ki, çok ileridedir. Yolda görünen hiçbir makam nuruna iltifat etmemişlerdir.
Bol ilâhî nimetler de bunları zat-ı Hakk'a varmaktan alıkoymamıştır. Hiçbir ferah hal de bunların ilerlemesine engel değildir. Bütün mesafeleri katedip öte 'geçmiş, ilâhî yakınlığın son haddine ermişlerdir...
Buraya kadar hatasız yol aldıkları halde, bundan sonra yanılıp, vardıkları ilâhî yakınlığı Alîahü Teâlâ'nm zatına erdik sanmışlardır.
Bunlar yanılmıştır. Çünkü Allahü Teâlâ'nm zatına ait yetmiş tane nurdan perde vardır. Bu perdelerin birine yetişen kimse erdiğini sanır.
Halbuki aldanır... Bu yolcunun hali tıpkı İbrahim a.s. Peygamberin haline benzer. Onun hikâyesini anlatan âyet-i kerimeyi burada zikredelim:
«Vakta ki, onu srece karanlığı sardı, bir yıldız gördü ve bu Rabbım'dır dedi.» (En*am, 76). Buradaki yıldız, gördüğümüz gökte ışık veren yıldızlardan değildir.
O bunu, ta küçük yaşta görüyordu ve ne olduğunu da biliyordu... Onun bir ilâh olmayacağını da ayrıca bilmekteydi... Çünkü o gökteki yıldızlar çoktu, bir değildi.
Böyle bir şeye, cahil halktan biri bile aldanmaz, kaldı ki İbrahim Peygamber a.s. aldansın. Bu âyet-i kerimede zikri geçen «yıldız», zat-ı îlâhi'ye has nurlardan biridir ki, ilâhî perdelerin ilkidir.
O nurlar, yolcunun yolu üzerindedir. Tam vuslata erip, onları katetmeden tasavvur edilemez.
Onlar birtakım nurdan perdelerdir, herbiri zat-ı îlâ-hî'ye yakınlığı nisbetinde büyük veya küçüktür. Gökyüzünün en küçük nuru yıldız olduğu için, anlatılan âyet-i kerîmede, ilk defa istiare yolu ile «yıldız» tabiri kullanıldı...
Gökyüzünün en küçük nuru yıldız, en büyüğü de güneştir. İkisi arasında ay vardır.
Allahü Teâlâ, İbrahim Peygamberin halini şöyle anlatıyor: «Biz böylece, İbrahim'e semâların nıelekûtunu gösteriyoruz.» (En'am, 75).
Onun gördüğü nurlar birbirini takip ediyordu. Bir perdeyi geçince Öbürüne takılıyordu... Birinci halde zuhur eden ettikten sonra öteye geçti...
Orada öncekinden daha azimi ve daha yücesi ile karşılaştı. O zaman yine vasil olduğunu sandı... «Benim Rabbım budur, dedi...» (En'am, 76).
Hal böyle iken, gördüklerinin hiçbiri yerinde kalmıyordu... Daima bir evvelkinin büyüğü ile karşılaşıyor, o da durmuyor, dönüp gidiyordu...
Bu yüzden hiçbirine kapılıp kalamıyordu. Peygamberlik nurunun verdiği sezişle bunların Ötesinde bir başka nurun varlığına inanıyordu.
Bir makama varıyor, oranın zirvesine çıkıyor, öncesinin düştüğünü görüyor; bu yüzden bulunduğu makamın ' aynı şekilde sona ereceğini biliyordu. Bu yüzden, «Ben üful edip gidenleri sevmem» diyordu...
Böylece, haddi belli şeyleri aşıp gitti. Sonsuz varlığa erince, öncekilerden tamamen ümidini kesti. O zaman şöyle dedi: «Ben yüzümü öyle bir varlığa çevirdim ki, semâları ve yeri o yarattı.» (En'am, 79).
Bir saliğin bu nurlara erip, ilâhî perdeleri aşabilmesi için, ilk defa nefsanî perdeyi aşması gerekir. Başka türlü olmaz. Nefsin perdesi de ilâhî emir âlemine ait bir iştir. İlâhî nurlardan biri olduğu da katidir.
Bu arada emir ve nur, demekle Hak Teâlâ'nın gerçek yüzünü tecelli ettiren, kalbin ve ruhun sırrını kastediyorum. O bütün âlemi içine alıp kuşatabilir. Her varlığın sureti orada tecelli etmektedir.
Ona, Levh-u Mahfuz tabirini kullanan da vardır. Bir yolcu buraya vardıktan sonra ona yüce bir nur görünür. Onun yüceliği doğrudur, çünkü bütün varlık olduğu gibi orada zuhur eder.
Bu sır yolcuya ilk zamanda saklıdır...Kur'ân-ı Kerim de aynı yola delâlet etmektedir. Bu makama eren kimsenin kalb perdesi açılır. İlâhî nur doğduktan sonra kalbin cemâl hali açıkça görünür.
Bu hali bulan, kalbine baktığı zaman kendisine dehşet veren cemâlini görür. Böyle dehşet haline kapılan kimsenin, ağzından, «Ene'l-Hakk / Ben Hakk'ım» sözü, çok büyük bir ihtimalle çıkabilir.
Bu makama takılan kimseye başarı eli gelir, ilâhî lütuf imdad ederse, bu yanıltıcı makamdan kurtulur, gider. Çünkü o, bu durakların yeni yolcusu ve acemisidir. Aksi halde, ilâhî yardım yetişmezse, helak olmak işten bile değildir.
Çok dikkat gerekir. Bu makam aldatılma makamıdır.Bu makamda, tecelli edenle tecelli yeri karıştırılır... Tıpkı bir kimsenin, aynadaki suretini görüp kendini o sanması gibi. Ve şişenin rengini, içindekinin rengi sanmak gibi.
Şarap inceldi, kadeh de inceldi; İş karıştı, birbirine benzedi. Sanki şarab var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var şarap yok...
İşte bu gözledir ki, Nasara Hz. İsa'ya baktı, ilâhî nurun orada parladığmı gördü, takılıp kaldı ve yanıldı. Tıpkı, suya ya da aynaya bakıp yıldızı gören ve o gördüğünü yıldız zannedip yanılan gibi...
Bu aynada ya da suda gördüğünü, yıldız sanıp tutmak için elini uzattı, ama yanıldı...
Tasavvuf yolunu tutanların aldanış şekilleri çeşitlidir. Ciltlerle yazılsa bitip tükenmez. En iyisi bu sayılan kadarını bilip, ötesini bırakmaktır.
Hak yolcusu, kendi âlemi için olacak işleri dışarıdan işitmeye muhtaç değildir. O kimse ki, bu hali tadmamıştır, bilmez... İşitmenin de faydası olmaz. Belki zararlı olur. Bir salik anlayamadığı şeyi işitirse, dehşete düşer.
İşitmeyi tamamen faydasız da sayamayız. Belki işitir ve Allahü Teâlâ da başarı ihsan eder, vasıl olur. Böyle bir kimse de bilmeli ki, iş hayal edemeyeceği kadar üstündür.
Küçük izanı ve kısır hayali böyle bir şeyi kavrayamaz. Bir sürü bozuk düzen halleriyle ona varamaz. İşte bunu bilmesi kâfidir. Sonra, Allahü Teâlâ'nm veli kulları tarafından haber verilen hikâyeleri ve keşif hallerini tasdik etmelidir. Onların, Allahü Teâlâ'nın zatına ait verdiği haberleri tasdik etmelidir.
El-Mürşidü'l-emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn / Bedir Yayınları
Gurur / Sayfa 268
http://www.gazali.net
Halbuki bu yolun acaip halleri bitip tükenmez. Her makamda durup kalanın yolu uzar. Vuslat halini bulamaz. Bunların dışında bir zümre daha vardır ki, çok ileridedir. Yolda görünen hiçbir makam nuruna iltifat etmemişlerdir.
Bol ilâhî nimetler de bunları zat-ı Hakk'a varmaktan alıkoymamıştır. Hiçbir ferah hal de bunların ilerlemesine engel değildir. Bütün mesafeleri katedip öte 'geçmiş, ilâhî yakınlığın son haddine ermişlerdir...
Buraya kadar hatasız yol aldıkları halde, bundan sonra yanılıp, vardıkları ilâhî yakınlığı Alîahü Teâlâ'nm zatına erdik sanmışlardır.
Bunlar yanılmıştır. Çünkü Allahü Teâlâ'nm zatına ait yetmiş tane nurdan perde vardır. Bu perdelerin birine yetişen kimse erdiğini sanır.
Halbuki aldanır... Bu yolcunun hali tıpkı İbrahim a.s. Peygamberin haline benzer. Onun hikâyesini anlatan âyet-i kerimeyi burada zikredelim:
«Vakta ki, onu srece karanlığı sardı, bir yıldız gördü ve bu Rabbım'dır dedi.» (En*am, 76). Buradaki yıldız, gördüğümüz gökte ışık veren yıldızlardan değildir.
O bunu, ta küçük yaşta görüyordu ve ne olduğunu da biliyordu... Onun bir ilâh olmayacağını da ayrıca bilmekteydi... Çünkü o gökteki yıldızlar çoktu, bir değildi.
Böyle bir şeye, cahil halktan biri bile aldanmaz, kaldı ki İbrahim Peygamber a.s. aldansın. Bu âyet-i kerimede zikri geçen «yıldız», zat-ı îlâhi'ye has nurlardan biridir ki, ilâhî perdelerin ilkidir.
O nurlar, yolcunun yolu üzerindedir. Tam vuslata erip, onları katetmeden tasavvur edilemez.
Onlar birtakım nurdan perdelerdir, herbiri zat-ı îlâ-hî'ye yakınlığı nisbetinde büyük veya küçüktür. Gökyüzünün en küçük nuru yıldız olduğu için, anlatılan âyet-i kerîmede, ilk defa istiare yolu ile «yıldız» tabiri kullanıldı...
Gökyüzünün en küçük nuru yıldız, en büyüğü de güneştir. İkisi arasında ay vardır.
Allahü Teâlâ, İbrahim Peygamberin halini şöyle anlatıyor: «Biz böylece, İbrahim'e semâların nıelekûtunu gösteriyoruz.» (En'am, 75).
Onun gördüğü nurlar birbirini takip ediyordu. Bir perdeyi geçince Öbürüne takılıyordu... Birinci halde zuhur eden ettikten sonra öteye geçti...
Orada öncekinden daha azimi ve daha yücesi ile karşılaştı. O zaman yine vasil olduğunu sandı... «Benim Rabbım budur, dedi...» (En'am, 76).
Hal böyle iken, gördüklerinin hiçbiri yerinde kalmıyordu... Daima bir evvelkinin büyüğü ile karşılaşıyor, o da durmuyor, dönüp gidiyordu...
Bu yüzden hiçbirine kapılıp kalamıyordu. Peygamberlik nurunun verdiği sezişle bunların Ötesinde bir başka nurun varlığına inanıyordu.
Bir makama varıyor, oranın zirvesine çıkıyor, öncesinin düştüğünü görüyor; bu yüzden bulunduğu makamın ' aynı şekilde sona ereceğini biliyordu. Bu yüzden, «Ben üful edip gidenleri sevmem» diyordu...
Böylece, haddi belli şeyleri aşıp gitti. Sonsuz varlığa erince, öncekilerden tamamen ümidini kesti. O zaman şöyle dedi: «Ben yüzümü öyle bir varlığa çevirdim ki, semâları ve yeri o yarattı.» (En'am, 79).
Bir saliğin bu nurlara erip, ilâhî perdeleri aşabilmesi için, ilk defa nefsanî perdeyi aşması gerekir. Başka türlü olmaz. Nefsin perdesi de ilâhî emir âlemine ait bir iştir. İlâhî nurlardan biri olduğu da katidir.
Bu arada emir ve nur, demekle Hak Teâlâ'nın gerçek yüzünü tecelli ettiren, kalbin ve ruhun sırrını kastediyorum. O bütün âlemi içine alıp kuşatabilir. Her varlığın sureti orada tecelli etmektedir.
Ona, Levh-u Mahfuz tabirini kullanan da vardır. Bir yolcu buraya vardıktan sonra ona yüce bir nur görünür. Onun yüceliği doğrudur, çünkü bütün varlık olduğu gibi orada zuhur eder.
Bu sır yolcuya ilk zamanda saklıdır...Kur'ân-ı Kerim de aynı yola delâlet etmektedir. Bu makama eren kimsenin kalb perdesi açılır. İlâhî nur doğduktan sonra kalbin cemâl hali açıkça görünür.
Bu hali bulan, kalbine baktığı zaman kendisine dehşet veren cemâlini görür. Böyle dehşet haline kapılan kimsenin, ağzından, «Ene'l-Hakk / Ben Hakk'ım» sözü, çok büyük bir ihtimalle çıkabilir.
Bu makama takılan kimseye başarı eli gelir, ilâhî lütuf imdad ederse, bu yanıltıcı makamdan kurtulur, gider. Çünkü o, bu durakların yeni yolcusu ve acemisidir. Aksi halde, ilâhî yardım yetişmezse, helak olmak işten bile değildir.
Çok dikkat gerekir. Bu makam aldatılma makamıdır.Bu makamda, tecelli edenle tecelli yeri karıştırılır... Tıpkı bir kimsenin, aynadaki suretini görüp kendini o sanması gibi. Ve şişenin rengini, içindekinin rengi sanmak gibi.
Şarap inceldi, kadeh de inceldi; İş karıştı, birbirine benzedi. Sanki şarab var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var şarap yok...
İşte bu gözledir ki, Nasara Hz. İsa'ya baktı, ilâhî nurun orada parladığmı gördü, takılıp kaldı ve yanıldı. Tıpkı, suya ya da aynaya bakıp yıldızı gören ve o gördüğünü yıldız zannedip yanılan gibi...
Bu aynada ya da suda gördüğünü, yıldız sanıp tutmak için elini uzattı, ama yanıldı...
Tasavvuf yolunu tutanların aldanış şekilleri çeşitlidir. Ciltlerle yazılsa bitip tükenmez. En iyisi bu sayılan kadarını bilip, ötesini bırakmaktır.
Hak yolcusu, kendi âlemi için olacak işleri dışarıdan işitmeye muhtaç değildir. O kimse ki, bu hali tadmamıştır, bilmez... İşitmenin de faydası olmaz. Belki zararlı olur. Bir salik anlayamadığı şeyi işitirse, dehşete düşer.
İşitmeyi tamamen faydasız da sayamayız. Belki işitir ve Allahü Teâlâ da başarı ihsan eder, vasıl olur. Böyle bir kimse de bilmeli ki, iş hayal edemeyeceği kadar üstündür.
Küçük izanı ve kısır hayali böyle bir şeyi kavrayamaz. Bir sürü bozuk düzen halleriyle ona varamaz. İşte bunu bilmesi kâfidir. Sonra, Allahü Teâlâ'nm veli kulları tarafından haber verilen hikâyeleri ve keşif hallerini tasdik etmelidir. Onların, Allahü Teâlâ'nın zatına ait verdiği haberleri tasdik etmelidir.
El-Mürşidü'l-emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn / Bedir Yayınları
Gurur / Sayfa 268
http://www.gazali.net
Levh-i Mahfuz Hakkında - 8
Âyet-i kerime: «İlâhî fıtrat öyle bir şeydir ki, Allah, zatına ve sıfatına mazhar kıldığı insanları o şekilde yaratmıştır.» (Rum, 30).
Âyet-i kerime: «Biz, insanı en güzel kıvamda yarattık.» (Tin, 4).
İlâhî füyûzatm gelmesi yolunda anlatılan iki şeklin arasına giren ve gelmesine mâni olan ve meşgul eden bir¬kaç şey var. O şeyler, şehevî arzular ve daha başka kötülüklerdir. Bunlar aradan kalkınca işler aslına döner, kalbde hakkın azamet ve celâli tecelli eder ve kul, ebedî sonsuz saadete erer. Her kap içinden ne kadar dışarı atabilirse, dışarıdan o miktar nasip alabilir. Kalb de böyledir. Dış âleme karşı, içini ne kadar boşaltırsa, ötelerden o kadar nasip alır. Allahü Teâlâ bu hale eren kişileri, «Rab-baniyyun, Ahbar» (Mâide, 44) adlan ile zikreder. Mânâsı; bilgi sahibi, Hakk'a bağlı gerçeğe vakıf olarak alınabilir.
Anlatmak istediğimiz ilmi bulup sonsuz saadete erdikten sonra, kalb kerim\bir şah olur. Hakk'a bağlı bir varlık haline gelir.
Bu yüce hali bulanlar, Hz. Ali r.a. tarafından da şöyle anlatılmaktadır: «Yeryüzünde Allah'ın kandilleri vardır. Zatına göre en sevimlisi; zarif, pâk ve sağlam olanıdır.» Tefsir ederken de şöyle buyurur: Kardeşlerine karşı zarif, din yolunda kuvvetli, yakın itibarı ile sâf ve temiz...
«O nurun misâli, bir pencere içinde yanan kandildir.» (Nur, 35). Âyet-i kerimesi, anlattığımız imanlı kalbe işaret sayılır. Bunu Ubey b. Kâab anlatmıştır.
«Yahut o, dalgalı bir denizin karanlıkları gibidir.» (Nur, 40) âyet-i kerimesi de münafıkm haline işaret eder.
Zeyd b. Eşlem Hz. de «Levh-i Mahfuz» cümlesini tefsir ederken, iman sahibinin kalbi olduğunu söyler.
İnsanın yaratılışı, terkibi icabı varlığında dört vasıf bulunmaktadır. O vasıfları şöyle sıralayabiliriz: Yırtıcı, hayvanı, şeytanî, rabbani...
Tabiatına, öfke hali galip gelirse, yırtıcı vasfını alır. Şehvet hislerine kapılır giderse; hayvani vasfı alır. Bu
iki sıfat bir yerde olunca, hırsa kapılır. Herkesi ezmek ister. Üstünlük taslamak arzusu belirir. Mekir, hilecilik ha¬li meydana çıkar.
Ve... şeytanî kuvvete kapılır.
Sayılan vasıflar, eriyip gidince, rabbani hal gelir. Buna, «Ruh, Rabbımın emrinden bir iştir,» (İsrâ, 85) âyet-i kerimesi işaret eder.
Bu hale eren insan, kurtulmuş sayılmaz. Çünkü o kudsî vasıf icabı, insan üstünlük iddia eder. Hatta rububiyet davasına da kalkabilir. Kendisinin o kudsî vasıfla anılmasından hoşlanır. Ona uyan hallerin zuhuru ile ferah duyar. Bu arada, kendisinden, o vasfı yıkıcı hallerden bir bilemediği şey veya başka hal çıkarsa, mahzun olur. Halbuki bu arada en büyük kurtuluş yolu ibadettir, ama bilemez.
Anlatılan şeylere karşı, irfan duygusuna sahip olduktan sonra, en iyi iş ibadete devamdır. Çünkü ibadetle arzu elde edilir. Lâyık olmayan şeyler erir, öbürleri beka bulur.
Inşaallah ibadet bahsini, Riyazat bölümünü anlatırken, daha geniş bir şekilde zikredeceğiz.
Bilmen gereken bir şey daha var. Kalbde hasıl olan ilim, öğrenmek ve delil takdimi yolundan olursa, buna Ulemâ yolu, adı takılır... Keşif ve müşahede ile hâsıl olan ilmin adına da, Sofiye Yolu adı verilir. Sofiye Yolu iki kısma ayrılır.
Birincisi: İnsanın özüne ilham gelmesi. Bu ilham, bir nevi kalbe üflenir. Buna da Peygamber s.a. efendimizin şu hadî&-i şerifi işaret eder: «Kudsî ruh, şunları kalbime üfledi: İstediğini sev, nasıl olsa ayrılacaksın. İstediğini yap, yaptığının karşılığını bulacaksın. İstediğin gibi yaşa, nasıl olsa Öleceksin.»
İkincisi: Bu, doğrudan doğruya ilhamdır. Bunda üf¬leme şeklinde ses, nefes yoktur. Bu hal, bizzat eşyanın gerçek yüzünü keşiftir. Bu ilhamı alan zata, eşyanın perdesi açılır. Perde açılınca o işe bağlı melek görünür, ondan istifade eder...
Şunu da bil ki, kalb, tam parlak bir ayna olursa, Levh-ü Mahfuz ona nakşini nakleder. Bu durumda arada perde kalmaz.
Bu durumda kalb, Levh-ü Mahfuz'un tam hizasına gelir ve bu geliş sonunda bütün hakikî ilimler, kalb aynasına akar. .
Bu perdenin aralanması, bazan uykuda, bazan da ayıkta olur. Ayıkta olan çok defa tasavvuf ehli içindir. Bazan da, kulun dıştan yapışacağı bir sebebe bakılmadan, dış kabiliyeti gözetilmeden, esen ilâhî nesim kula ö perdeyi açar. . Kulun kalbinde, perdenin ötesindeki, hayret veren kudsi ilimler parlamaya başlar.
Bu ilâhî ilimlerin kalbe tam gelmesi için, ölmek gerek. Bu ölüm malûm ölüm olmayıp, iradî ölümdür. O zaman perdeler tam açılır, her şey gerçek yüzü ile görülür. Peygamber s.a. efendimiz, bir hadîs-i şerifinde, bu ölümü işaret için şöyle buyurur: «İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.»
Bu ölüme Sofiye yolundan gidilir. Onlar bu yolu bildikleri için," zahirî ilimlerle pek uğraşmazlar, kalblerini aydın kılmaya bakarlar. Dış âlemle ilgilerini keserler. Bunu yapmaktaki gayeleri, Allahü Teâlâ'nm zatına tamamen yönelmeyi temindir. Bu yönelme hasıl olduktan sonra, bütün işleri ona ısmarlamaktır. Çünkü, kaiblerihe faydalı olan bilgiyi, Allahü Teâlâ daha iyi bilir. Vereceği nurları,
lutuflan o daha yerinde verir. Aslında bu yol, peygamberlerin yoludur. Onlar zahirî derslere çalışıp ilim tahsili yapmış değildir. Onlar hazineyi bulmuş, dıştan ufak çalışmaya aldırış etmemişlerdir. Onların yoluna ve zahirî ilim tahsiline, içine dalman hazine jle, üzerinde çalışma yapı¬lan kimya sanatı, bir misâl olabilir. Halin böyle olması icabi, sana gerekeni de diyelim: Hazineyi bulmadan Önce, sakın zahirî sebepleri, çalışmayı bırakma. O hazineyi bulmadan, buldum zannı ile çalışmayı bırakmak tam helaktir.
El-Mürşidü'l-emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn / Bedir Yayınları
Kalp Halleri / Sayfa 177
http://www.gazali.net
Âyet-i kerime: «Biz, insanı en güzel kıvamda yarattık.» (Tin, 4).
İlâhî füyûzatm gelmesi yolunda anlatılan iki şeklin arasına giren ve gelmesine mâni olan ve meşgul eden bir¬kaç şey var. O şeyler, şehevî arzular ve daha başka kötülüklerdir. Bunlar aradan kalkınca işler aslına döner, kalbde hakkın azamet ve celâli tecelli eder ve kul, ebedî sonsuz saadete erer. Her kap içinden ne kadar dışarı atabilirse, dışarıdan o miktar nasip alabilir. Kalb de böyledir. Dış âleme karşı, içini ne kadar boşaltırsa, ötelerden o kadar nasip alır. Allahü Teâlâ bu hale eren kişileri, «Rab-baniyyun, Ahbar» (Mâide, 44) adlan ile zikreder. Mânâsı; bilgi sahibi, Hakk'a bağlı gerçeğe vakıf olarak alınabilir.
Anlatmak istediğimiz ilmi bulup sonsuz saadete erdikten sonra, kalb kerim\bir şah olur. Hakk'a bağlı bir varlık haline gelir.
Bu yüce hali bulanlar, Hz. Ali r.a. tarafından da şöyle anlatılmaktadır: «Yeryüzünde Allah'ın kandilleri vardır. Zatına göre en sevimlisi; zarif, pâk ve sağlam olanıdır.» Tefsir ederken de şöyle buyurur: Kardeşlerine karşı zarif, din yolunda kuvvetli, yakın itibarı ile sâf ve temiz...
«O nurun misâli, bir pencere içinde yanan kandildir.» (Nur, 35). Âyet-i kerimesi, anlattığımız imanlı kalbe işaret sayılır. Bunu Ubey b. Kâab anlatmıştır.
«Yahut o, dalgalı bir denizin karanlıkları gibidir.» (Nur, 40) âyet-i kerimesi de münafıkm haline işaret eder.
Zeyd b. Eşlem Hz. de «Levh-i Mahfuz» cümlesini tefsir ederken, iman sahibinin kalbi olduğunu söyler.
İnsanın yaratılışı, terkibi icabı varlığında dört vasıf bulunmaktadır. O vasıfları şöyle sıralayabiliriz: Yırtıcı, hayvanı, şeytanî, rabbani...
Tabiatına, öfke hali galip gelirse, yırtıcı vasfını alır. Şehvet hislerine kapılır giderse; hayvani vasfı alır. Bu
iki sıfat bir yerde olunca, hırsa kapılır. Herkesi ezmek ister. Üstünlük taslamak arzusu belirir. Mekir, hilecilik ha¬li meydana çıkar.
Ve... şeytanî kuvvete kapılır.
Sayılan vasıflar, eriyip gidince, rabbani hal gelir. Buna, «Ruh, Rabbımın emrinden bir iştir,» (İsrâ, 85) âyet-i kerimesi işaret eder.
Bu hale eren insan, kurtulmuş sayılmaz. Çünkü o kudsî vasıf icabı, insan üstünlük iddia eder. Hatta rububiyet davasına da kalkabilir. Kendisinin o kudsî vasıfla anılmasından hoşlanır. Ona uyan hallerin zuhuru ile ferah duyar. Bu arada, kendisinden, o vasfı yıkıcı hallerden bir bilemediği şey veya başka hal çıkarsa, mahzun olur. Halbuki bu arada en büyük kurtuluş yolu ibadettir, ama bilemez.
Anlatılan şeylere karşı, irfan duygusuna sahip olduktan sonra, en iyi iş ibadete devamdır. Çünkü ibadetle arzu elde edilir. Lâyık olmayan şeyler erir, öbürleri beka bulur.
Inşaallah ibadet bahsini, Riyazat bölümünü anlatırken, daha geniş bir şekilde zikredeceğiz.
Bilmen gereken bir şey daha var. Kalbde hasıl olan ilim, öğrenmek ve delil takdimi yolundan olursa, buna Ulemâ yolu, adı takılır... Keşif ve müşahede ile hâsıl olan ilmin adına da, Sofiye Yolu adı verilir. Sofiye Yolu iki kısma ayrılır.
Birincisi: İnsanın özüne ilham gelmesi. Bu ilham, bir nevi kalbe üflenir. Buna da Peygamber s.a. efendimizin şu hadî&-i şerifi işaret eder: «Kudsî ruh, şunları kalbime üfledi: İstediğini sev, nasıl olsa ayrılacaksın. İstediğini yap, yaptığının karşılığını bulacaksın. İstediğin gibi yaşa, nasıl olsa Öleceksin.»
İkincisi: Bu, doğrudan doğruya ilhamdır. Bunda üf¬leme şeklinde ses, nefes yoktur. Bu hal, bizzat eşyanın gerçek yüzünü keşiftir. Bu ilhamı alan zata, eşyanın perdesi açılır. Perde açılınca o işe bağlı melek görünür, ondan istifade eder...
Şunu da bil ki, kalb, tam parlak bir ayna olursa, Levh-ü Mahfuz ona nakşini nakleder. Bu durumda arada perde kalmaz.
Bu durumda kalb, Levh-ü Mahfuz'un tam hizasına gelir ve bu geliş sonunda bütün hakikî ilimler, kalb aynasına akar. .
Bu perdenin aralanması, bazan uykuda, bazan da ayıkta olur. Ayıkta olan çok defa tasavvuf ehli içindir. Bazan da, kulun dıştan yapışacağı bir sebebe bakılmadan, dış kabiliyeti gözetilmeden, esen ilâhî nesim kula ö perdeyi açar. . Kulun kalbinde, perdenin ötesindeki, hayret veren kudsi ilimler parlamaya başlar.
Bu ilâhî ilimlerin kalbe tam gelmesi için, ölmek gerek. Bu ölüm malûm ölüm olmayıp, iradî ölümdür. O zaman perdeler tam açılır, her şey gerçek yüzü ile görülür. Peygamber s.a. efendimiz, bir hadîs-i şerifinde, bu ölümü işaret için şöyle buyurur: «İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.»
Bu ölüme Sofiye yolundan gidilir. Onlar bu yolu bildikleri için," zahirî ilimlerle pek uğraşmazlar, kalblerini aydın kılmaya bakarlar. Dış âlemle ilgilerini keserler. Bunu yapmaktaki gayeleri, Allahü Teâlâ'nm zatına tamamen yönelmeyi temindir. Bu yönelme hasıl olduktan sonra, bütün işleri ona ısmarlamaktır. Çünkü, kaiblerihe faydalı olan bilgiyi, Allahü Teâlâ daha iyi bilir. Vereceği nurları,
lutuflan o daha yerinde verir. Aslında bu yol, peygamberlerin yoludur. Onlar zahirî derslere çalışıp ilim tahsili yapmış değildir. Onlar hazineyi bulmuş, dıştan ufak çalışmaya aldırış etmemişlerdir. Onların yoluna ve zahirî ilim tahsiline, içine dalman hazine jle, üzerinde çalışma yapı¬lan kimya sanatı, bir misâl olabilir. Halin böyle olması icabi, sana gerekeni de diyelim: Hazineyi bulmadan Önce, sakın zahirî sebepleri, çalışmayı bırakma. O hazineyi bulmadan, buldum zannı ile çalışmayı bırakmak tam helaktir.
El-Mürşidü'l-emîn ilâ Mev'izeti'l-Mü'minîn / Bedir Yayınları
Kalp Halleri / Sayfa 177
http://www.gazali.net
Levh-i Mahfuz Hakkında - 7
Denirse ki: Ümmet, eğer umûmu lafızdan anlamadılarsa, Kitab ve Sünnet lafızlarının umûm oluşunu nasıl bilmişlerdir.
Yine Hz. Peygamber Cibril'in, Cibril de Allah'ın ifadelerini ne ile tanıyorlardı ki, hükümleri genelleştirmişlerdir?
Deriz ki: Sahabe, lafızların umûm oluşunu, Hz. Peygamberin hallerinin karineleri, tekrarlan ve tekrarlanagelen adeti sayesinde biliyorlardı.
Tabiun da, sahabenin hallerinin karineleri İle ve onların işaret, rumuz ve değişik tekrarlarıyla biliyorlardı.
Cibril ise, eğer Allah'tan vasıtasız olarak duymuşsa, Allah, insanların kelamına benzemeyen kelamıyla yaptığı hitap ile kastettiği şeyin zorunlu bilgisini Cibril için yaratıyordu.
Eğer Cibril bunu, Levh-i Mahfuz'da görmüş ise; bunu melek diliyle ve ihtimal taşımayan kesin bir delaletle yazılmış olarak görmekle biliyordu.
EL-MUSTASFA (İSLAM HUKUKUNDA DELİLLER VE YORUM METODOLOJİSİ)
REY YAYINCILIK / 2.Cilt / Üçüncü Kutub: Hüküm Çıkarma
Umûm Erbabının Delilleri Ve Bunların Çürütülmesi (Nakz): / 4. Delil
http://www.gazali.net
Yine Hz. Peygamber Cibril'in, Cibril de Allah'ın ifadelerini ne ile tanıyorlardı ki, hükümleri genelleştirmişlerdir?
Deriz ki: Sahabe, lafızların umûm oluşunu, Hz. Peygamberin hallerinin karineleri, tekrarlan ve tekrarlanagelen adeti sayesinde biliyorlardı.
Tabiun da, sahabenin hallerinin karineleri İle ve onların işaret, rumuz ve değişik tekrarlarıyla biliyorlardı.
Cibril ise, eğer Allah'tan vasıtasız olarak duymuşsa, Allah, insanların kelamına benzemeyen kelamıyla yaptığı hitap ile kastettiği şeyin zorunlu bilgisini Cibril için yaratıyordu.
Eğer Cibril bunu, Levh-i Mahfuz'da görmüş ise; bunu melek diliyle ve ihtimal taşımayan kesin bir delaletle yazılmış olarak görmekle biliyordu.
EL-MUSTASFA (İSLAM HUKUKUNDA DELİLLER VE YORUM METODOLOJİSİ)
REY YAYINCILIK / 2.Cilt / Üçüncü Kutub: Hüküm Çıkarma
Umûm Erbabının Delilleri Ve Bunların Çürütülmesi (Nakz): / 4. Delil
http://www.gazali.net
21. KUDSİ HADİS
Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey âdemoğlu!
Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır. Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!
Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım
senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir.
Ey âdemoğlu!
Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?
Sana emrettiğim gibi farzlarımı yerine getirdin mi?
Miskinlere malından verdin, sana kötülük eden kişiye iyilik ettin mi?
Sana zulmedeni bağışladın mı?
Senden akrabalık bağını koparanla sen ilgilendin mi?
Sana ihanet edene sen insaf ettin mi? Seninle küs olanla konuştun mu?
Çocuğuna edep verdin, komşunu kendinden razı ettin mi?
Âlimlere dinin ve dünyan hakkında sorular sordun mu?
Şüphe yok ki ben, sizin görünüşlerinize ve dış güzelliklerinize bakmam ancak kalplerinize bakarım.
İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum." Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)."
Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/285, 359.
KUDSİ HADİSLER / 21. KUDSİ HADİS / SAYFA 43 - 44 / SEMERKANT YAYINLARI
http://www.gazali.net
"Ey âdemoğlu!
Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır. Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!
Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım
senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir.
Ey âdemoğlu!
Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?
Sana emrettiğim gibi farzlarımı yerine getirdin mi?
Miskinlere malından verdin, sana kötülük eden kişiye iyilik ettin mi?
Sana zulmedeni bağışladın mı?
Senden akrabalık bağını koparanla sen ilgilendin mi?
Sana ihanet edene sen insaf ettin mi? Seninle küs olanla konuştun mu?
Çocuğuna edep verdin, komşunu kendinden razı ettin mi?
Âlimlere dinin ve dünyan hakkında sorular sordun mu?
Şüphe yok ki ben, sizin görünüşlerinize ve dış güzelliklerinize bakmam ancak kalplerinize bakarım.
İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum." Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)."
Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/285, 359.
KUDSİ HADİSLER / 21. KUDSİ HADİS / SAYFA 43 - 44 / SEMERKANT YAYINLARI
http://www.gazali.net
İLİM TAHSİLİNDE RUHLARIN MERTEBELERİ
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, ilimler insan ruhunda gizli bir halde mevcut olup tüm insanlar ilimleri öğrenmeye kabiliyetlidir. Bazı ruhlar sonradan meydana gelen herhangi bir arıza ve sebepten dolayı bu kabiliyetini kaybedebilir. Bunu şu hadislerden anlıyoruz:
"İnsanlar, şirk ve küfürden temiz bir halde (tevhid dini üzere) yaratıldı, fakat şeytanlar onları aldatıp şirke düşürdü."
"Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar."
İnsan ruhu aslî saflığını ve taharetini muhafaza etmesi halinde, küllî ruhun aydınlatmasına (işrak) istidatlı, ondan aklın kavrayabileceği suretleri almaya kabiliyetlidir. Lâkin bazı ruhlar bu dünyada kendisine arız olan muhtelif hastalıklar ve çeşitli sebeplerden ötürü hakikatleri idrak edemez bir hale gelir. Bazıları da aslî sıhhatini korur, bozulmaz. Böylece kabiliyetini kaybetmez. Bunlar vahiy alma kabiliyeti olan, mucizeler gösteren, bu kevn ve fesad (içinde yaşadığımız oluş ve bozuluş dünyası) âleminde tasarrufa muktedir olan nebîlerin ruhlarıdır. Bu ruhlar aslî sıhhati üzere kalabilmiş, arızî illet ve marazî unsurlarla mizaçları bozulmamıştır. Bu sebeple nebîler insanları fıtratlarındaki temizliğe çağıran ruh doktorlarıdır.
Hasta ruhlar bu süflî dünyada muhtelif mertebeler oluşturur. Bunlardan bir kısmı birazcık dahi olsa mevki-makam hastalığına yakalanmış, hafızalarına nisyan (gaflet ve unutma) bulutları çökmüş olmasına karşın devamlı öğrenmekle meşguldürler. Bu şekilde aslî sıhhatlerini talep ederler ki, bu gruba dahil olanlar az bir tedavi ile iyileşir, çok az bir tezekkürle nisyan bulutlarını dağıtırlar.
Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler. Günlerini ilim tahsili ve birtakım nazariyeleri tetkik etmekle geçirirler. Fakat mizaçları bozuk olduğundan hakikatleri anlayamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilâç fayda vermez.
Diğer bir grup da, hatırlayıp unuturlar, riyazetle nefislerini yıpratırlar. Bu surette birazcık nur, az bir aydınlanma elde edebilirler.
Bu tür mertebeler nefislerin dünyaya meyletmesinden, fâni meşguliyetler içinde boğulup gitmesinden meydana gelir.
Ruhların hastalanması veya sıhhat bulması kuvvetlilik-zayıflılık derecesine göredir.
İşte bu hastalıklar giderilirse, ruhlar ledün ilminin mevcudiyetini kabul ve itiraf ederler, fıtratlarının temiz ve saf olduğunun farkına varırlar.
Ruhlar, bu kesif bedene arkadaşlık etmekle ve hakikatlere perde olan bu zulmânî âlemde ikamet etmekle hastalanmış, gerçeği göremez olmuştur.
Halbuki ruhlar, ilim öğrenmekle olmayan bir ilmi [ilm-i ma'dûm] icat etmek, mevcut olmayan bir aklı [akl-ı mefkud] meydana getirmek istemiyor; bilakis bedenî süslere yönelmek, bedenin ihtiyaçlarını karşılamak ve onu düzene koymak gibi birtakım meşguliyetler sebebiyle kendisine arız olan hastalığı gidermek, yaratıljşlarında mevcut olan aslî ilme dönmek istiyorlar.
Nasıl ki çocuğunu seven şefkatli bir baba, çocuğunun bakımı, terbiyesi gibi işlerle uğraştığında
diğer işleri unutursa, ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı bedene yönelmekte, onun ona/ımı, korunması, ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmakla zayıf, bitkin düşmesi sebebiyle dünya denizinde boğulmaktadır.
İşte bu yüzden ruhlar, kaybettiğini bulmak, unuttuğunu hatırlamak için taallüme (çalışarak öğrenmeye) ihtiyaç duymaktadırlar.
Taallüm, ruhun kendi aslî cevherine yönelmesi, saadete ulaşmak ve kemale ermek için kendisinde kuvve halinde mevcut olan şeyleri fiile çıkarmasıdır.
Ruhlar, aslî cevherlerindeki hakikatlere tek başına ulaşamayacak kadar zayıf düşerlerse, âlim, fâzıl, müşfik bir muallime bağlanır, yardım için ona sığınırlar ki arzuladıkları şeye nail olabilsinler. Tıpkı, kendisini tedavi etmeyi bilmeyen, fakat sıhhatin arzu edilen, güzel bir şey olduğunun farkında olan bir hastanın müşfik bir
tabibe başvurarak halini arzetmesi ve ona tedavisi için sığınması gibi.
Biz, baş (akıl) ve göğsünden (kalp) istisnaî bir hastalığa yakalanmış olan bir âlim tanıdık ki, hastalığının devam ettiği zaman zarfında, ömrü boyunca öğrendiklerini unuttu, hafızasında olan her şey birbirine karıştı. Bu âlim şifa bulup da sıhhatine kavuştuğunda unutkanlığı gitmiş, hastalık günlerinde unutmuş olduğu malûmatları tekrar hatırlayabilmişler. Bu olaydan anlıyoruz ki, bilgiler yok olmazlar, unutulurlar.
Bilgilerin yok olması [mahv] ile unutulması [nisyan] arasında fark vardır. Mahv, nakış ve izlerin hafızadan tamamen silinmesi, nisyan ise, gün ortasında güneş ışıklarının bulutlar tarafından perdelenmesi ve ortalığın güneş bat-mışçasına kararması gibi, hafızadaki nakışların gizlenmesidir.
Öyleyse ruhun taallümle meşgul olması, yaratılıştaki temizliğine ve fıtratına dönmesi için,
kendisine arız olan hastalığı defetmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Ey kardeşim, ruhun cevher ve hakikatini, taallümün sebep ve gayesini anladıktan sonra bilmiş ol ki hasta ruh bir şey öğrenmeye, ömrünü ilim tahsili için harcamaya ihtiyaç duyar.
Hastalığı hafif, derdi az, uğradığı belâ önemsiz, nisyan bulutu ince, mizacı sağlam olan ruh, fazlaca taallüme ve bu uğurda uzun müddet yorulmaya ihtiyaç duymaksızın birazcık tefekkür ile aslına döner, kendi hakikatine yönelir ve sırlarına vâkıf olur. Böylece onda kuvve halinde olan şeyler fiile çıkar. Fıtratında-ki hallerle bezenir. Bu suretle kemale ermiş, kısa zamanda pek çok şey öğrenmiş ve bunları en güzel şekilde ifade eden bir âlim olmuş olur. Bu ruh, küllî ruha yönelerek aydınlanır. Cüz'î ruha yönelerek feyiz saçar. Aşk yoluyla aslına benzeyerek, haset ve kin damarlarını koparıp atar. Dünyanın fuzûlî ve lüzumsuz süslerinden yüz çevirir.
İşte bu mertebeye eren nefis hakikati bilmiş, kurtuluşa ermiştir ki bütün insanlar için arzu edilen mertebe budur.
Ledün Risalesi - Risâletü'l-Ledünniyye / İlim Tahsilinde Ruhların Mertebeleri / Sayfa 67 / Tercüme: Serkan Özburun - Yûsuf Özkan Özburun /
Semerkand Yayıncılık
http://www.gazali.net
"İnsanlar, şirk ve küfürden temiz bir halde (tevhid dini üzere) yaratıldı, fakat şeytanlar onları aldatıp şirke düşürdü."
"Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar."
İnsan ruhu aslî saflığını ve taharetini muhafaza etmesi halinde, küllî ruhun aydınlatmasına (işrak) istidatlı, ondan aklın kavrayabileceği suretleri almaya kabiliyetlidir. Lâkin bazı ruhlar bu dünyada kendisine arız olan muhtelif hastalıklar ve çeşitli sebeplerden ötürü hakikatleri idrak edemez bir hale gelir. Bazıları da aslî sıhhatini korur, bozulmaz. Böylece kabiliyetini kaybetmez. Bunlar vahiy alma kabiliyeti olan, mucizeler gösteren, bu kevn ve fesad (içinde yaşadığımız oluş ve bozuluş dünyası) âleminde tasarrufa muktedir olan nebîlerin ruhlarıdır. Bu ruhlar aslî sıhhati üzere kalabilmiş, arızî illet ve marazî unsurlarla mizaçları bozulmamıştır. Bu sebeple nebîler insanları fıtratlarındaki temizliğe çağıran ruh doktorlarıdır.
Hasta ruhlar bu süflî dünyada muhtelif mertebeler oluşturur. Bunlardan bir kısmı birazcık dahi olsa mevki-makam hastalığına yakalanmış, hafızalarına nisyan (gaflet ve unutma) bulutları çökmüş olmasına karşın devamlı öğrenmekle meşguldürler. Bu şekilde aslî sıhhatlerini talep ederler ki, bu gruba dahil olanlar az bir tedavi ile iyileşir, çok az bir tezekkürle nisyan bulutlarını dağıtırlar.
Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler. Günlerini ilim tahsili ve birtakım nazariyeleri tetkik etmekle geçirirler. Fakat mizaçları bozuk olduğundan hakikatleri anlayamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilâç fayda vermez.
Diğer bir grup da, hatırlayıp unuturlar, riyazetle nefislerini yıpratırlar. Bu surette birazcık nur, az bir aydınlanma elde edebilirler.
Bu tür mertebeler nefislerin dünyaya meyletmesinden, fâni meşguliyetler içinde boğulup gitmesinden meydana gelir.
Ruhların hastalanması veya sıhhat bulması kuvvetlilik-zayıflılık derecesine göredir.
İşte bu hastalıklar giderilirse, ruhlar ledün ilminin mevcudiyetini kabul ve itiraf ederler, fıtratlarının temiz ve saf olduğunun farkına varırlar.
Ruhlar, bu kesif bedene arkadaşlık etmekle ve hakikatlere perde olan bu zulmânî âlemde ikamet etmekle hastalanmış, gerçeği göremez olmuştur.
Halbuki ruhlar, ilim öğrenmekle olmayan bir ilmi [ilm-i ma'dûm] icat etmek, mevcut olmayan bir aklı [akl-ı mefkud] meydana getirmek istemiyor; bilakis bedenî süslere yönelmek, bedenin ihtiyaçlarını karşılamak ve onu düzene koymak gibi birtakım meşguliyetler sebebiyle kendisine arız olan hastalığı gidermek, yaratıljşlarında mevcut olan aslî ilme dönmek istiyorlar.
Nasıl ki çocuğunu seven şefkatli bir baba, çocuğunun bakımı, terbiyesi gibi işlerle uğraştığında
diğer işleri unutursa, ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı bedene yönelmekte, onun ona/ımı, korunması, ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmakla zayıf, bitkin düşmesi sebebiyle dünya denizinde boğulmaktadır.
İşte bu yüzden ruhlar, kaybettiğini bulmak, unuttuğunu hatırlamak için taallüme (çalışarak öğrenmeye) ihtiyaç duymaktadırlar.
Taallüm, ruhun kendi aslî cevherine yönelmesi, saadete ulaşmak ve kemale ermek için kendisinde kuvve halinde mevcut olan şeyleri fiile çıkarmasıdır.
Ruhlar, aslî cevherlerindeki hakikatlere tek başına ulaşamayacak kadar zayıf düşerlerse, âlim, fâzıl, müşfik bir muallime bağlanır, yardım için ona sığınırlar ki arzuladıkları şeye nail olabilsinler. Tıpkı, kendisini tedavi etmeyi bilmeyen, fakat sıhhatin arzu edilen, güzel bir şey olduğunun farkında olan bir hastanın müşfik bir
tabibe başvurarak halini arzetmesi ve ona tedavisi için sığınması gibi.
Biz, baş (akıl) ve göğsünden (kalp) istisnaî bir hastalığa yakalanmış olan bir âlim tanıdık ki, hastalığının devam ettiği zaman zarfında, ömrü boyunca öğrendiklerini unuttu, hafızasında olan her şey birbirine karıştı. Bu âlim şifa bulup da sıhhatine kavuştuğunda unutkanlığı gitmiş, hastalık günlerinde unutmuş olduğu malûmatları tekrar hatırlayabilmişler. Bu olaydan anlıyoruz ki, bilgiler yok olmazlar, unutulurlar.
Bilgilerin yok olması [mahv] ile unutulması [nisyan] arasında fark vardır. Mahv, nakış ve izlerin hafızadan tamamen silinmesi, nisyan ise, gün ortasında güneş ışıklarının bulutlar tarafından perdelenmesi ve ortalığın güneş bat-mışçasına kararması gibi, hafızadaki nakışların gizlenmesidir.
Öyleyse ruhun taallümle meşgul olması, yaratılıştaki temizliğine ve fıtratına dönmesi için,
kendisine arız olan hastalığı defetmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Ey kardeşim, ruhun cevher ve hakikatini, taallümün sebep ve gayesini anladıktan sonra bilmiş ol ki hasta ruh bir şey öğrenmeye, ömrünü ilim tahsili için harcamaya ihtiyaç duyar.
Hastalığı hafif, derdi az, uğradığı belâ önemsiz, nisyan bulutu ince, mizacı sağlam olan ruh, fazlaca taallüme ve bu uğurda uzun müddet yorulmaya ihtiyaç duymaksızın birazcık tefekkür ile aslına döner, kendi hakikatine yönelir ve sırlarına vâkıf olur. Böylece onda kuvve halinde olan şeyler fiile çıkar. Fıtratında-ki hallerle bezenir. Bu suretle kemale ermiş, kısa zamanda pek çok şey öğrenmiş ve bunları en güzel şekilde ifade eden bir âlim olmuş olur. Bu ruh, küllî ruha yönelerek aydınlanır. Cüz'î ruha yönelerek feyiz saçar. Aşk yoluyla aslına benzeyerek, haset ve kin damarlarını koparıp atar. Dünyanın fuzûlî ve lüzumsuz süslerinden yüz çevirir.
İşte bu mertebeye eren nefis hakikati bilmiş, kurtuluşa ermiştir ki bütün insanlar için arzu edilen mertebe budur.
Ledün Risalesi - Risâletü'l-Ledünniyye / İlim Tahsilinde Ruhların Mertebeleri / Sayfa 67 / Tercüme: Serkan Özburun - Yûsuf Özkan Özburun /
Semerkand Yayıncılık
http://www.gazali.net
İlahi Lütuflara Aldananlar
Bu grup, o mertebeyi geçerek bu yolda sülûke başlamış ve kendileri için marifet kapıları da açılmıştır. Marifetin başlangıç noktalarından bir koku alınca, şaşkınlığa düşer, bununla sevinir, garipliklerine hayran olurlar. Böylece kalpleri onlara yönelip, onları düşünür, bağlanır kalır. Nasıl olup da kendilerine bunların kapısının açıldığı halde, başkalarına neden kapalı kaldığını düşünürler.
Oysa bu bir aldanmadır. Çünkü Allah'ın yolunun acâipliklerinin nihayeti yoktur; kim bir acaiplikle karşılaşıp orada kalırsa, adımları kısalır ve maksada ulaşmaktan mahrum olur. Bu kişi tıpkı bir sultanın yanına gitmek için yola çıkıp, saray meydanının kapısından daha önce buradakini ve benzerini görmediği çiçek ve ışıkların olduğu bir bahçe görerek ona bakmaktan sultanla görüşme zamanını geçiren ve ziyan etmiş bir şekilde geri dönen kimseye benzer.
Aldananlar (el-Keşf Vet-Tebyîn fî Ğurûri'l-Halki Ecma'în)
4. ALDANAN SUFİLER / 8- İlahi Lütuflara Aldananlar /
Sayfa 82/Tercüme: Fethullah Yılmaz / Semerkand Yayıncılık
http://www.gazali.net
Oysa bu bir aldanmadır. Çünkü Allah'ın yolunun acâipliklerinin nihayeti yoktur; kim bir acaiplikle karşılaşıp orada kalırsa, adımları kısalır ve maksada ulaşmaktan mahrum olur. Bu kişi tıpkı bir sultanın yanına gitmek için yola çıkıp, saray meydanının kapısından daha önce buradakini ve benzerini görmediği çiçek ve ışıkların olduğu bir bahçe görerek ona bakmaktan sultanla görüşme zamanını geçiren ve ziyan etmiş bir şekilde geri dönen kimseye benzer.
Aldananlar (el-Keşf Vet-Tebyîn fî Ğurûri'l-Halki Ecma'în)
4. ALDANAN SUFİLER / 8- İlahi Lütuflara Aldananlar /
Sayfa 82/Tercüme: Fethullah Yılmaz / Semerkand Yayıncılık
http://www.gazali.net
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)